Günlük yaşadıkları “Ulu Yurduma Notlar” adı altında kaleme alan Şükrü Işık’ı yakından tanıyalım.

Şair Işık kendini şu şekilde tanımlıyor:
“1958”in 5 Mayısında Iğdır da doğdum. Babamın dördüncü eşinin birinci oğluyum. Müslüman toplumların hala gayet olağanı olan bu durum; dindar olmasına rağmen onun için normal değildi. 1900 doğumlu olan babam, Kurtuluş Savaşı yılları öncesi ve sonrasında Doğu Cephesinde asker olduğu için, ilk eşi ve kızının hastalıktan ölmesine çare bulamıyor.
İkinci evliliği yapıyor; anlaşamıyorlar: “Otur lan oturduğun yerde” Diyen erkek egemen dünyanın hayvani yanını da göstermiyor. “Buyur git” diyor. Üçüncü evliğinden çocuğu olmayınca; Kader” deyip razı oluyor. Lakin aç gözü doymayan insanın bitmeyen iştahı daha o ölmeden canı kadar sevdiği tarlalarını paylaşmaya başlıyor.
Çocuk yapmaktan başka çare yok diyor dostları. Üç çocuklu dul anamı buluyor ve ardından ben doğuluyorum. Can damarımın en heyecanlı kılcalını keserek otuz beş yaşında giden kardeşim, benden iki yıl sonra doğuyor. Toplam beş çocuklu olan ailem sayıyı yeter buluyorlar. Çünkü babamın üvey çocuklarına daha hassas davrandığını tanıyan herkes bilir.
Kalabalık aile ile eğitimsiz ve duyarsız toplumlarda kendini duyurmak çok zordur. Belki de bu zorluk beni şiire yöneltti. Sanırım ilk şiirimi ilkokulun son yıllarında yazmıştım. O gün bu gündür şiir; benim için her seferinde kovulup her seferinde peşine düşülen imdat çığlıkları oldu.
Çünkü şiirin ruhundaki asaleti sezemeyen toplumlarda şiirle uğraşmak bazen duvarla kavga etmek bazen kendini dövmek olur. Tam da kaosun ortasında ne işim var derken; bir bakarsın bir şiir salmış toplumu peşine tek başına götürüyor. İşte o zaman şiire secde etmenin kaçınılmazlığını yaşıyorsun. Çünkü şiir olmayan toplumda, adalet, özgürlük, eşitlik gibi çağın tanrıları da olmuyor. İnsanlar öksüz egemenler vahşi oluyor.
Lisede şiir merakımı kökten götürdüğünü sandığım Divan şiirimizin muhteşemliğini anlamak için yıllar geçmesi gerekiyordu. Sonra şiir dünyamızın sonsuzluğa uzanan mükemmelliğini sezince; şiir diye yazdığım söz toplamlarının yüzlercesini yırtıp attığımda Eğitim Enstitüsündeydim. Deli gibi şiir okuyor, deli gibi şiir yazıyordum. Her yazdığıma hayran oluyordum.
Lakin içimde kuşku dağları oluşuyordu; Şiir bu kadar kolay mı yazılıyor” diye. Yazdığımı sandığım şiirlerin bir öykünme olduğunu anladığımda gene yırtıp atmaya başladım. Çünkü hangi şairi okusam kitap bitince onun nefesinden biçimine şiirlerini başka sözcüklerle kopyalayıp şiir yazdığımı sanıyormuşum.
İşte bu da benim şiirim dediğimde; yüzlerce şiir kitabını en az iki kere okumuştum. Hem de Fuzuli”den Ristos”a, Orhan Veli”den Aragon”a. Sadece okuduğum kitabı bitirdikten sonra şiir yazmıyordum. Yazdıklarımı da mutlaka deme yatırıyordum. Bir de şiir benim için her şey değildi. Öğretmen, eş ve baba olarak önceliklerimin peşinde koşmak zorudaydım.
Çorum, İstanbul, Kahramanmaraş derken Tekirdağ”da yirmi yıl öğretmenlikten sonra emekli oldum. Yaşadığım her şehir benim için Ulu Yurdumuzun kutsal topraklarıdır. Iğdır”da doğmama rağmen ülkemizin her yerinden hissediyorum kendimi. Lakin ana dilim olan güzel Türkçemizin Azeri dalında, çırak gibi olsa da konuşunca; Fuzuli”den Nesimi”ye, Sabir”den Aşık Elesger gibi onlarca şiir ulusuna olan borcumu ödemiş gibi oluyorum.
Aslında gönlüme armağan, dostlara insanlara hatıra olsun diye iki kitap bastırdım. Birincisi ( Can Yangını) matbacının duyarsız yanına kurban olunca ikincisini yapmak durumunda kaldım. Şiiri geçim kapısı yapanlara sözüm yok. Lakin şiirden “madde” umanlara Sinoplu Diyojen”in erdem arayan fenerini tavsiye diyorum.
Benim için şiir gönüllere ve toplumlara ışık olabiliyorsa bundan büyük karşılığı olamaz. Yani aşk acısını bir hekim gibi sarmayı da bilmeli şiir; Özgürlük, adalet ve eşitlik gibi günümüzün kurtuluş yollarına yol da olmalı. Şimdilerde şiirden çok günlük yazılar yazıyorum, Atatürk Uygarlığına bir denizyıldızı kazandırma umudu ile.”
Şükrü Işık’ın kaleme aldığı, “Ulu Yurduma Notlar” ından “Sanat Yaşamaktır” başlıklı yazı ise şöyle:
“Aklı başında herkes bilir ki, geçmişte de günümüzde de, en bayağı sömürünün olduğu yerlerde sanatın her dalı ya tamamen ya kısmen yasaklanmıştır.
Çünkü sömürü ile barışık olmayı ondan nemalanmayı seven "sanatçılar" olsa da, nerdeyse dünyanın her yerinde sömürüye karşı savaşın öncüleri arasında hep sanatçılar olmuştur.
Sanata dair yüzlerce tanımlama yapılmış olmasına rağmen kuşkusuz hepsi doğrudur. Çünkü tiyatrodan müziğe, şiirden resime gayet geniş bir alanı kapsamaktadır.
Bilim aklı geliştirir, onu protein kümesi olmaktan kurtarır, sorgulama, yargılama, çözüm üretme yetenekleri kazandırır. Ama sanattan yoksun her beyin bir yönü ile eksik olduğunu hissettirir.
Bunu bilen diktatörler sanata hep yan bakar, bazen içine tükürür, bazen ucube diye aşağılar, çünkü o sanat eserinde sömürü ve diktayı reddeden duruşu görürler.
Gerçek şu ki, sanattan yoksun toplumlar talihsiz toplumlardır. Çünkü onların Çoban yıldızları yok, çığlıklarını duyuracak sesleri de.
Bunu ne yazmaktan bıkmak, ne söylemekten yorulmak gerek. Uygar dünyanın sanat anlayışını Atatürk desteklemiş halka inmesi için büyük uğraşlar vermiştir.
Ankara"nın bozkırında "30 larda Bale ve Opera kurulmasını, ilk anda anlamakta zorlanmak mümkün.
Ama halkına baktığında kurduğu hayalleri görmek isteyen birini ancak hayallerine ortak olunca anlarsınız. Ve bilirsiniz ki, o hayal halkına uygarlığı sembolize eden bir sanat dalının inşası ile başlamış, çağdaş uygarlığı hedef göstermiştir.
Tıpkı 2. Dünya Savaşında yerle bir olan Berlin"in inşasına, Almanların Opera ve Bale binasından başlamaları gibi.
Atatürk" ün gösterdiği sanatla ilgili hedef tam isabetle tuttu. Sanatın her alanında muhteşem eserler veriliyor. Dünya çapında onurlarımız çıkıyor.
Sanatın üzerinde gizli ve kurnaz oyunlar oynasalar da, Dünya Tiyatrolar Gününün kutlamalarına örtülü yasaklar koysalar da, Ulu Yurdum tercihini yapmıştır; Uygar dünyanın parçası olmaktan asla vazgeçmeyecektir.
Çünkü artık her şey çok aşikar; Sanat bir toplumun kör olan gözünü görür hale getirmesi, sağır olan kulağını duyar yapması, yürüyüş bilmeyene yürüyüş öğretmesi, tutsaklara özgür olma dersidir.
Onun için dedi; O kutlu kişi: Sanatsız kalan toplumun hayat damarlarından biri kopmuş demektir.”

Tuğçe Yerdelen
E-Gazetem.com

Şair Işık kendini şu şekilde tanımlıyor:
“1958”in 5 Mayısında Iğdır da doğdum. Babamın dördüncü eşinin birinci oğluyum. Müslüman toplumların hala gayet olağanı olan bu durum; dindar olmasına rağmen onun için normal değildi. 1900 doğumlu olan babam, Kurtuluş Savaşı yılları öncesi ve sonrasında Doğu Cephesinde asker olduğu için, ilk eşi ve kızının hastalıktan ölmesine çare bulamıyor.
İkinci evliliği yapıyor; anlaşamıyorlar: “Otur lan oturduğun yerde” Diyen erkek egemen dünyanın hayvani yanını da göstermiyor. “Buyur git” diyor. Üçüncü evliğinden çocuğu olmayınca; Kader” deyip razı oluyor. Lakin aç gözü doymayan insanın bitmeyen iştahı daha o ölmeden canı kadar sevdiği tarlalarını paylaşmaya başlıyor.
Çocuk yapmaktan başka çare yok diyor dostları. Üç çocuklu dul anamı buluyor ve ardından ben doğuluyorum. Can damarımın en heyecanlı kılcalını keserek otuz beş yaşında giden kardeşim, benden iki yıl sonra doğuyor. Toplam beş çocuklu olan ailem sayıyı yeter buluyorlar. Çünkü babamın üvey çocuklarına daha hassas davrandığını tanıyan herkes bilir.
Kalabalık aile ile eğitimsiz ve duyarsız toplumlarda kendini duyurmak çok zordur. Belki de bu zorluk beni şiire yöneltti. Sanırım ilk şiirimi ilkokulun son yıllarında yazmıştım. O gün bu gündür şiir; benim için her seferinde kovulup her seferinde peşine düşülen imdat çığlıkları oldu.
Çünkü şiirin ruhundaki asaleti sezemeyen toplumlarda şiirle uğraşmak bazen duvarla kavga etmek bazen kendini dövmek olur. Tam da kaosun ortasında ne işim var derken; bir bakarsın bir şiir salmış toplumu peşine tek başına götürüyor. İşte o zaman şiire secde etmenin kaçınılmazlığını yaşıyorsun. Çünkü şiir olmayan toplumda, adalet, özgürlük, eşitlik gibi çağın tanrıları da olmuyor. İnsanlar öksüz egemenler vahşi oluyor.
Lisede şiir merakımı kökten götürdüğünü sandığım Divan şiirimizin muhteşemliğini anlamak için yıllar geçmesi gerekiyordu. Sonra şiir dünyamızın sonsuzluğa uzanan mükemmelliğini sezince; şiir diye yazdığım söz toplamlarının yüzlercesini yırtıp attığımda Eğitim Enstitüsündeydim. Deli gibi şiir okuyor, deli gibi şiir yazıyordum. Her yazdığıma hayran oluyordum.
Lakin içimde kuşku dağları oluşuyordu; Şiir bu kadar kolay mı yazılıyor” diye. Yazdığımı sandığım şiirlerin bir öykünme olduğunu anladığımda gene yırtıp atmaya başladım. Çünkü hangi şairi okusam kitap bitince onun nefesinden biçimine şiirlerini başka sözcüklerle kopyalayıp şiir yazdığımı sanıyormuşum.
İşte bu da benim şiirim dediğimde; yüzlerce şiir kitabını en az iki kere okumuştum. Hem de Fuzuli”den Ristos”a, Orhan Veli”den Aragon”a. Sadece okuduğum kitabı bitirdikten sonra şiir yazmıyordum. Yazdıklarımı da mutlaka deme yatırıyordum. Bir de şiir benim için her şey değildi. Öğretmen, eş ve baba olarak önceliklerimin peşinde koşmak zorudaydım.
Çorum, İstanbul, Kahramanmaraş derken Tekirdağ”da yirmi yıl öğretmenlikten sonra emekli oldum. Yaşadığım her şehir benim için Ulu Yurdumuzun kutsal topraklarıdır. Iğdır”da doğmama rağmen ülkemizin her yerinden hissediyorum kendimi. Lakin ana dilim olan güzel Türkçemizin Azeri dalında, çırak gibi olsa da konuşunca; Fuzuli”den Nesimi”ye, Sabir”den Aşık Elesger gibi onlarca şiir ulusuna olan borcumu ödemiş gibi oluyorum.
Aslında gönlüme armağan, dostlara insanlara hatıra olsun diye iki kitap bastırdım. Birincisi ( Can Yangını) matbacının duyarsız yanına kurban olunca ikincisini yapmak durumunda kaldım. Şiiri geçim kapısı yapanlara sözüm yok. Lakin şiirden “madde” umanlara Sinoplu Diyojen”in erdem arayan fenerini tavsiye diyorum.
Benim için şiir gönüllere ve toplumlara ışık olabiliyorsa bundan büyük karşılığı olamaz. Yani aşk acısını bir hekim gibi sarmayı da bilmeli şiir; Özgürlük, adalet ve eşitlik gibi günümüzün kurtuluş yollarına yol da olmalı. Şimdilerde şiirden çok günlük yazılar yazıyorum, Atatürk Uygarlığına bir denizyıldızı kazandırma umudu ile.”
Şükrü Işık’ın kaleme aldığı, “Ulu Yurduma Notlar” ından “Sanat Yaşamaktır” başlıklı yazı ise şöyle:
“Aklı başında herkes bilir ki, geçmişte de günümüzde de, en bayağı sömürünün olduğu yerlerde sanatın her dalı ya tamamen ya kısmen yasaklanmıştır.
Çünkü sömürü ile barışık olmayı ondan nemalanmayı seven "sanatçılar" olsa da, nerdeyse dünyanın her yerinde sömürüye karşı savaşın öncüleri arasında hep sanatçılar olmuştur.
Sanata dair yüzlerce tanımlama yapılmış olmasına rağmen kuşkusuz hepsi doğrudur. Çünkü tiyatrodan müziğe, şiirden resime gayet geniş bir alanı kapsamaktadır.
Bilim aklı geliştirir, onu protein kümesi olmaktan kurtarır, sorgulama, yargılama, çözüm üretme yetenekleri kazandırır. Ama sanattan yoksun her beyin bir yönü ile eksik olduğunu hissettirir.
Bunu bilen diktatörler sanata hep yan bakar, bazen içine tükürür, bazen ucube diye aşağılar, çünkü o sanat eserinde sömürü ve diktayı reddeden duruşu görürler.
Gerçek şu ki, sanattan yoksun toplumlar talihsiz toplumlardır. Çünkü onların Çoban yıldızları yok, çığlıklarını duyuracak sesleri de.
Bunu ne yazmaktan bıkmak, ne söylemekten yorulmak gerek. Uygar dünyanın sanat anlayışını Atatürk desteklemiş halka inmesi için büyük uğraşlar vermiştir.
Ankara"nın bozkırında "30 larda Bale ve Opera kurulmasını, ilk anda anlamakta zorlanmak mümkün.
Ama halkına baktığında kurduğu hayalleri görmek isteyen birini ancak hayallerine ortak olunca anlarsınız. Ve bilirsiniz ki, o hayal halkına uygarlığı sembolize eden bir sanat dalının inşası ile başlamış, çağdaş uygarlığı hedef göstermiştir.
Tıpkı 2. Dünya Savaşında yerle bir olan Berlin"in inşasına, Almanların Opera ve Bale binasından başlamaları gibi.
Atatürk" ün gösterdiği sanatla ilgili hedef tam isabetle tuttu. Sanatın her alanında muhteşem eserler veriliyor. Dünya çapında onurlarımız çıkıyor.
Sanatın üzerinde gizli ve kurnaz oyunlar oynasalar da, Dünya Tiyatrolar Gününün kutlamalarına örtülü yasaklar koysalar da, Ulu Yurdum tercihini yapmıştır; Uygar dünyanın parçası olmaktan asla vazgeçmeyecektir.
Çünkü artık her şey çok aşikar; Sanat bir toplumun kör olan gözünü görür hale getirmesi, sağır olan kulağını duyar yapması, yürüyüş bilmeyene yürüyüş öğretmesi, tutsaklara özgür olma dersidir.
Onun için dedi; O kutlu kişi: Sanatsız kalan toplumun hayat damarlarından biri kopmuş demektir.”

Tuğçe Yerdelen
E-Gazetem.com