“Gittikçe anlıyorum ki edebiyat; insanlığın ortak malıdır ve her yerde, her zaman yüzlerce; ama yüzlerce insanda ortaya çıkar, biri ötekinden biraz daha iyi becerir ve ötekinden biraz daha su yüzünde kalabilir, hepsi bundan ibaret” Johann Wolfgang Von Goethe
1998 Nobel Edebiyat Ödüllü Jose Saramago tarafından kaleme alınan "Körlük" bir anda popüler oldu. Oysa ki ben "Körlük"ü çok daha önce bir çırpıda, bir bardak su içer gibi okumuştum. Bilenler bilir bilmeyenlere de çok kısa anlatayım; bulaşıcı bir körlükten bahsediliyor, kitapta. Aynı zamanda yeniden kurulan bir hiyerarşiyi. Sinemaya da uyarlanıp, seyircilerin karşısına çıkmıştı. Kıssadan hisse anlatmaya çabaladığım bir virüs illeti, yahut belası görmeyen gözlerimizi açtı mı? Değerini anlayabildiysek, yani sanatın ne mutlu bize. Anlayamadıysak da vay halimize. Kör olarak yaşamaya devam edeceğiz demek ki. Tabi başka bir handikap ise değeri anlaşılmayan eserlerin, ne zaman anlaşılacağı. Şunu da belirtemeden geçemeyeceğim ben sanatın tüm dallarını takip etmeye çalışan biriyim, hasbelkader yazı dünyasıyla tanıştım. Sadece anlamaya çalıştığım bütün sanatçılar, o eserleri yaratırken gözyaşı, ter akıttı. Kimi zaman gözlerine uyku girmedi, kimi zaman büyük buhranlar yaşadı, yoklukla yoksunlukla uğraştı, çoğu etrafından destek görmedi, bazıları aşağılandı, değerleri anlaşılmadan da gözlerini bu dünyaya kapadı. Aklımı kurcalayan soruya gelince neden hayatın normal hızında edebiyat ile sanat bir kenara atıldı? Tüm kültür sanat türlerine niçin sadece boş vaktimizi değerlendirmek için bakıyoruz? başımızı çevirdiğimiz, çoğu zaman umursamadığımız, hatta adını "Güzel Sanatlar" olarak andığımız, (sanatı güzel kılmak için önüne sıfat getirdiğimiz) sanata bakış açımız değişecek mi?
Çoğu kitap, evlerine gelen konuğa "ben okuyorum" havası verilmek için dekor olarak duruyordu. Çoğunun ise ne yazarları biliniyordu ne de neden alındığı. Belki de çok satanlar listesine bakarak tercih edilmişti. Romanlar, öyküler, şiirler böylesine raflarda dururken; DVD, flash belleklerde duran filmlere ne demeli? Herhalde onlar da bir hevesle alınıp, bir tarafa atılmıştı. İlgiyle kitap okuyanlar ve aynı ilgiyle film izleyenler lafım size değil. Ne olur beni yanlış anlamayın. Ben sadece sanatın ve edebiyatın konumlandığı yerden bahsetmek istiyorum. Romanları 40 dilde yayınlanan hepimizin yakından tanıdığı Zülfü Livaneli’nin kaleme aldığı “Kardeşimin Hikayesi” kitabında şu tanımı yapıyor: “İnsanların duygularını, çeşitli durumlarda neler hissettiklerini öğrenmek istiyorum. Birini sevince ne olur veya kızınca nasıl bir duyguya kapılırlar, bunları bilmem gerekiyordu. Başlangıçta psikolojiden, felsefeden, bilimden medet ummuş onlarda aradığımı bulamamıştım. Anladım ki insan soyunun duygularını anlatan, psikolojik derinliklerine inebilen tek bir birikim var: o da edebiyat” Ne kadar da yalın tanımlıyor Livaneli edebiyatı, ne kadar da içten…
Depremler, fırtınalar, yangınlar ve pek çok doğal afetin yaşandığı şu günlerde belki de en iyi yapılacak şey, edebiyata sarılmak. Herkese bol edebiyatlı günler diliyorum..